21 Ağustos 2011 Pazar

Kurban Canavarlaşırken: Çoğunluk

Fazlasıyla bizdendi. Bazı sahnelerine baktığınızda “demek böyle işlemesi olağanmış” diyordunuz. Evet, hep böyle işler. Böylesine berbat, çürütücü, mahvedici, uyumlu hale getiren bir kurumdur aile. Bunun böyle olduğunu bilseniz, bizzat yaşamış olsanız bile size ailenin ne kadar kutsal olduğu aşılandığı ve buna bağlı olarak her zaman “kol kırılıp yen içinde kaldığı” için yine de sinema perdesinde gördüklerinize, gösterilenlere şaşırıyor- dunuz.

Seren Yüce’nin “Çoğunluk” adlı filmini izledikten sonra aklıma ilk gelenlerdi bunlar. Filmdeki sahnelerin pekçoğu, günlük hayattaki toplumsal bir gerçekliği ve bunun içerisinde birey olamamış/ olamayan kişiyi gözler önüne seriyor.

Mertkan ve ailesi ekseninde gelişen film, bir erkek çocuğun ailesi ve çevresiyle olan ilişkilerini, onlara nasıl yön verip veremediğini anlatır. Filmin sırrı izleyiciyi bir adım geriye çıkıp eleştirel bakmasını sağlaması ya da tersten söylersek filmin izleyicinin aynası olmasındadır. Film, hemen hemen her sahnesinde, ayrıntısında birtakım “değerleri” simgeler ve toplumca çektirilmiş bütün-büyük bir resme işaret eder. Peki nelerdir bu ayrıntılar, sahneler; neler anlatırlar, resim neyi/ neye işaret eder?


Filmde her şekilde sömüren, aslına baktığınızda kurban olan; ama sistemin canavara dönüştürüp meşrulaştırdığı baba, hemen filmin başında geçmişten kesit sunan sahnede anladığımız ileride kendisine benzeyeceğini anladığımız, mutsuz, kişiliksiz oğlunun sevgilisini hoş karşılar önce. Eee,ne de olsa “oğul”dur, “erkek adam”dır. Ama sonra kızın Kürt olduğunu öğrenince “vatan”, ”teröristlik”, ”bölücülük”, ”zarar verme” gibi bildik kelimeleri, kavramları kullanıp oğlundan “bu kızı” bir an önce “bırakmasını” ister. Oğlu ne yapar dersiniz? Gider, gelir, düşünür, taşınır; ”erkekler ağlamaz” klişesini çürütücü bir şekilde ağlar ve en sonunda sevgilisinden ayrılır; çünkü babasına göre o ailenin “vatan hainleriyle” işi olmaz. Bazı kesimlere göre Kürtlerin hepsi teröristtir; bazılarına göreyse “iyi Kürt” vardır bir de kötüsü. Nedir ayrımın ölçütü? ”İyi Kürtler” asimile olmuş, ”Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sözünü bir şekilde benimsemiş Kürtlerdir; ”kötü Kürtler” ise en temel insan hakları için mücadele edenlerdir. Mertkan’ın babasına/ Çoğunluk’a göreyse hepsi kötüdür, vatan hainidir işte.
Böyle bir kültürde azınlık çoğunluğa nasıl biat edecekse elbette oğul da babaya biat edecektir. Mertkan da her zaman olduğu gibi babasına biat ederek “bu kız”dan ayrılmakla bulur çözümü. Gül (sevgilisi/”bu kız”) ise başka bir gerçeğin kurbanıdır. İstanbul’da apayrı bir hayat mücadelesi vermektedir. Van’dan ağabeylerinden kaçarak gelmiş, İstanbul’da okumaya dolayısıyla geçinebilmek için çalışmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra, Kuştepe’de bir arkadaşıyla birlikte kaldığı evde, aile içi şiddet mağduru küçük bir çocuğun bakımıyla da ilgilenmektedir. Çalıştığı yerde Mertkan’la tanışırlar. Mertkan’la birçok kez cinsel ilişkiye girer. Oysa, kendi kaderini tayin etme hakkı yoktur Gül’ün. Bir müddet sonra ağabeyleri tarafından bulunur ve İstanbul’dan götürülür. Filmde Gül’ün sonuyla ilgili kesin bir yargıya varamasak da Gül’ün sonu aslında bellidir: Ölüm. O da başka bir “çoğunluk”a maruz kalacaktır, kalmaktadır. Ya öldürülecek ya da yaptığı bu “namussuzluktan” sonra biriyle evlenmeye mecbur bırakılacak, evlendirildiğindeyse “bakire” olmadığı anlaşılınca öldürülecektir.

Türkiye toplumunun alt sınıfından üst sınıfına, kadınından erkeğine çoğu insan “bekaret”in kadın için ne denli önemli, vazgeçilmez, kutsal vb. olduğu konusunda birleşir. Bir kadın “bakire” değilse kirlenmiş, evlenirken giydiği “namusunu” simgeleyen bembeyaz gelinliğe ihanet etmiştir; çünkü bir kadın sadece bir erkekle o da devlet ve toplum ve gelenekler, töreler nezdinde onaylanmak koşuluyla cinsel ilişkiye girebilir. Erkek içinse böylesi gerekilikler elbette yoktur. O, biriyle “gönül eğlendirir”, “ihtiyaç giderir”. Mertkan’ın Gül’le ilişkisi gibi. Burada da “çoğunluk”un etkisi görülür; babası ya da arkadaşları bıraksa bütün o alışıldık kelimelerin,kalıpların dışına çıkıp Gül’ü sevecektir belki Mertkan; ama buna izin verilmez. Kadın cinsel anlamda da özgür değildir. Erkeğinse en temel özgürlüklerindendir kadınlarla cinsel ilişki kurması. Böyle bir ahlaki yapıda, eşcinsel ilişkiler “hastalık”, ”ahlaksızlık” vs. olarak kabul edilir. Eşcinsel olmak yok sayılmanın en son noktasıdır. Bu sistem heteroseksüel erkekler içindir. Bu sisteme uygun olmayan kadınlar ve lgbtt bireyler her zaman sistem içinde ötekidir. Kendi sınırlarına riayet etmediklerinde ahlaksızlardır. Bu bağlamda Gül, feminist bir duruş sergileme amacını gütmeden “bedenimiz bizimdir” şiarına sahip çıkmış, istediği/ sevdiği/ arzuladığı insanla cinsel ilişkiye girmiştir ve bu yüzden de katli vaciptir!

Kız meselesinden de yüzünün akıyla çıkan Mertkan(!), cinsel ilişki sonrası ayaklarını sehpaya uzatıp sigara yakması, televizyonu açması, göbeğinin büyümesiyle de gitgide babasına benzer/ dönüşür. Babası tarafından zorla gönderildiği Gebze’deki toplukonut inşaat işlerinin başına zorla gönderilmiştir; bu zorlamadan hoşlanmaz. Hoşlanmama sebebi, evdeki konforunun şantiyede, yalnız kaldığı evde bulunmamasıdır aslında. Burada, kendisinden aşağıda gördüğü işçiye “işçi olduğunu bildirir”. Güvende olmadığnı düşünüp babasından silah ister. Arkadaşları, Gül’ü sorduklarında “kullanıp attığını” ifade eder. Babasının da değer vermediği, filmin başındaki geçmişten kesit sunan sahnede de gördüğümüz üzere küçükken tekmelediği, evlerine temizliğe gelen kadına zoraki bir şekilde günaydın diyen Mertkan, kadının ölüm haberine de babası gibi aynı duyarsızlıkla yaklaşmıştır. Tıpkı babası gibi hiçbir entelektüel faaliyete katılmaz, böyle bir ihtiyaç dahi duymaz, televizyon karşısında, ya kendi arabasıyla ya da babasının jipiyle müzğin sesini açıp sigara içip dolaşarak, disko/ barlarda salınarak zamanını geçirir. Babasına/ Çoğunluk’a dönüşme süreci hızla devam eder.

Peki, ”Mertkan’ın annesi”, ”babasının karısı”/ kadın ne durumdadır? Anne, kadınları tam olarak özgürleştiremese de kadınların özgürlüğe yaklaşmasında bir adım olarak değerlendirilebilecek meslek sahibi olma olgusundan yoksundur; toplumsal cinsiyet rolleri gereğince çocuğuna bakar, eviyle ilgilenir, kocasına itaat eder. O da tam olması gerektiği/beklenen/ istenen gibidir; çünkü anne özne niteliğinden yoksun oldukça “iyi” kabul edilir. Toplumsal cinsiyetin şekillendirdiği kadınlık kavramı, kadınlara anne olmayı vazederken, ”iyi” anne olmayı da vaz’eder. ”İyi anne” öznelik niteliğinden tamamen uzak olmalı; çocukları, evi, ailesi için gerekirse canını vermelidir. Yani “iyi anne” olmak özne olmamakla el ele gider. Annenin mutlu olması mutsuz olması hiç önemli değildir, annenin çektiği sıkıntılar zaruridir. Böyle anneler olmazsa bu vatana kim böyle evlatlar yetiştirecektir. ”Bir bebekten katil nasıl yaratılacaktır? ”Aile, devletin prototipidir ve ortak noktaları ikisinin de katil olmasıdır ve filmin sonunda anne büyük bir nitelik olarak kabul edilen “fedakârlığından”, çektiği sıkıntılardan dolayı bir hastalığa yakalanacaktır. Yani bu sistem sadece Mertkan örneğinde gördüğümüz tarz bir ölüme neden olmaz; bu sistemde fiziksel, ruhsal, toplumsal kısacası her türlü ölüm mevcuttur. Çoğunluk, herkesin soyut ya da somut bir şe kilde ölümüne sebeptir.

Sevgili/ Kürt kızı/ Gül, anne/ eş olan kadınlardan başka daha geri planda da olsa filmde üçüncü bir kadın sınıf daha vardır: Orta-üst sınıf ailelerde eve gelen “yardımcı kadın”lardan biri. Bu ailede de böyle bir örneğe rastlarız. Evin hanımı/ anne/ eş bu kadınla dertleşir kadına yardımca olmaya çalışır. Mertcan ve babasının kadına karşı tutumu nasıldır? Tersten gidelim; anne bir gün, bu kadının ölüm haberini alır ve haliyle büyük bir üzüntü duyar. Mertkan bunu öğrenince çocukken kadına karşı davranışını –yukarıda da belirttiğimiz üzere- hatırlayıp az biraz vicdan azabı duyar. Babasıysa, her gün işe gelip gitmesi kadar normal bir olaymış gibi karşılar bu ölümü. Ha Kürt kızı ha şantiyesinde çalışan işçi ha eve temizliğe gelen bu kadın; hepsi ezilmesi, dışlanması gereken; Çoğunluk’a hizmet etmesi gereken azınlıklardır ona göre. Bu durum aynı zamanda, sistemin Mertkan’ı henüz tam anlamıyla canavarlaştıramadığını gösterir bize. Evet, daha önce de belirttiğimiz gibi Mertkan gitgide babasına/ Çoğunluk’a benzemekte/ dönüşmektedir; ama erkekliğinin tam yerleşmesi/ erk olması için çok önemli bir yol/ görev vardır önünde: Qskerlik. O da yakındır elbette, babası ve babasının arkadaşı, Mertkan’ı en yakın zamanda askere göndermeye kararlıdır. Bu durum, Mertkan’a “vatanı koruyacaksın”, ”insanlar orada senin için, vatan için ölüyor, sen burada yan gel yat”, ”teröristle, bölücülükle mücadele edeceksin” klişeleriyle açıklanır. Mertkan üniversiteye –ki bu da açıköğretimdir, toplumda, gündelik yaşamda yüklenen anlamları herkesçe malumdur- devam ettiği halde askere gitmeye mecbur bırakılacaktır. Aile, devlet ve çevre baskısıyla “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” dedirtilen Mertkan ister istemez tıpkı diğer Mertkanlar gibi “insanım, vicdanlıyım, reddediyorum” diyemez. Mertkan, kendi kişiliğini hiçe saymaya, yeri geldiğinde ölmeye ve öldürmeye mecbur bırakılacaktır. Filmde, Mertkan’ın askere gittiğini göremesek de eminim ki; askerlik Mertkan’ı değiştirecek ve orada erkek olmaya daha da yaklaşacaktır. Pınar Selek’in ifadesiyle söylersek “Mertkan orada sürüne sürüne erkek olacaktır.”

Filmde yazının başında da belirttiğim büyük resimde yer alan, ayrıntılarla gayet sade ve net çizilmiş kimlik, cinsiyet, militarizm, kadın-erkek, cinsellik, bekaret, namus, sınıf temaları gibi çok iyi işlenmiş bir diğer tema ise dil/ dil kullanımı/ eril dil meselesidir. Film karakterlerinin kullandığı sinkaflı küfürler, tıpkı gündelik hayatta olduğu gibi fazlasıyla içselleştirilmiştir. Erkek cinsel organının yüceltilmesi, kadın bedeninin aşağılanması üzerine kurulu bu küfürler patriyarkal sistem tarafından üretilmiştir. Patriyarkal sistemde daima “aşağı” olan kadının “aşağı olma hali” bu yolla pekiştirilir, cinselliğinin ayıp olduğu vurgulanır. Bu küfürler aracılığıyla kadınla erkek arasındaki cinsel ilişki erkeğin zevk almasına indirgenir. Eril dilin cinsellik bağlamında tezahürlerini bu küfürler aracılığıyla rahatlıkla görebiliriz.

Filmde eril dilin başka tezahürlerine de rastlarız. En bariz tezahürü ise “Mertkan” ismidir. Bu isim orta-üst sınıf Türk ailesinin cinsiyetçi-milliyetçi yönelimlerini gözler önüne sermektedir. İsimde yapılan kan vurgusuyla milliyetçilik ön plana çıkartılır. ”Mert” ismi ise bizatihi cinsiyetçi bir kültürün öğesidir. Bu cinsiyetçi kültürde; ”Kaan, Yiğit, Hakan” gibi gücü, otoriteyi, iktidarı simgeleyen isimler erkeğe; ”Yasemin, Melis, Püren” gibi güçten çok zarafetin ön olana çıktığı isimlere kadına verilmektedir.

Buraya kadar anlattıklarımız ve anlatamadıklarımızla izleyicilerde önemli bir yer edinmiş olan Çoğunluk adlı bu filme dair eleştiri ve sorularımız da var elbette. Örneğin, Mertkan’ın arkadaşlarının bir travesti/ transseksüelle cinsel ilişki kurmak istediklerini gösteren bir sahnede travesti/ transseksüeller bildiğimiz formata hapsedilmiştir. Yani lgbtt bireylere yönelik nefret söyleminin üretilmesi an meselesidir. Film bu yönüyle böyle yorumlanabileceği gibi travesti/ transseksüel bireylerin Türkiye konjonktürü itibariyle seks işçiliği yapmaya mecbur bırakıldığı, bu gayet bizden, lgbtt bireylere karşı nefret söylemi üretmekte hiçbir beis görmeyecek gençlerin, büyük bir ikiyüzlülükle travesti/ transseksüellerle cinsel ilişkiye girdiği gerçeğinin yansıtıldığı şekliyle de yorumlanabilir. Bu sorunun cevabı elbette Seren Yüce’de.

Eleştirilebilecek bir diğer noktaysa filmde Mertcan’ın cinsel organını görmememize karşılık Gül’ün cinsel organı bütün açıklığıyla izleyiciye sunulur. Genellikle filmlerde erkeğin cinsel organı gösterilmez. Bunun nedeni, erkeğin cinsel organının kutsal kabul edilmesi ve erkeğin erkekliğini belirleyen en önemli faktör olması; dolayısıyla erkeğin cinsel organının boyutunun anlaşılmasının toplumda yaratacağı etkidir. Elbette, günümüz patriyarkal sisteminde bir erkeğin cinsel organının ifşasını istememesi kabul edilebilir. Ancak, buna karşılık kadının cinsel organının büyük bir bereketle ifşa edilmesi bir bakıma kadının bedeni aracılığıyla değersizleştirilip aşağılanması demektir. Bu çapta bir filmin böyle cinsiyetçi bir hata yapacağını kabul etmek istemediğim için bunu da Seren Yüce’ye sorulabilecek bir soru olarak görüyorum.

Genel olarak baktığımızda, Seren Yüce’nin de belirttiği gibi “Çoğunluk” adıyla sayıca bir çoğunluktan söz edilmiyor. Burada, Çoğunluk’tan kasıt, egemen olan diyebiliriz. Türkiye toplumunda yaşayabilmek, ötekileştirilmemek için bu egemen sınıfa dahil olmak büyük önem taşıyor. Bu egemen sınıfa dahil olmak için Baskın Oran’ın deyişiyle “La-Hasümüt” (laik, Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk) olmak gerekiyor. Ancak film bu tanımlamaya çok haklı olarak erkek, heteroseksüel kavramlarını da ekliyor.

Buradan hareketle filmin bir ikonaklast olduğunu söylemek çok yanlış olmaz. ”Kurtlar Vadisi”, ”Küçük Sırlar”, ”Nefes: Vatan Sağ Olsun”, ”Aşk-ı Memnû” gibi egemen sınıfa hizmet eden çalışmalardan sonra “Çoğunluk” hakikaten çok iyi geldi. Bir adım geriye çıkıp olayları değerlendirmemizi, kendimizi sorgulamamızı sağlayacak böyle çalışmalara ne kadar da çok ihtiyacımız varmış meğer!
            
Melis Birözsoy
-Mesele dergisi, Aralık 2010 sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder