23 Ağustos 2011 Salı

Bir Varmış, Bir Yokmuşum



Geceyi bir tül gibi örten sis, boğazın üstüne iyiden iyiye çökmüştü. Çalışmaya başlayalı epeyce olmuştu ve harfler yavaş yavaş karışmaya, satırlar birbiri üzerinden atlamaya başlamıştı. Omuzlarına varan dağınık kesimli bakımsız saçlarını toplayan sarı lastik tokayı tek bir hamleyle çıkartıp bileğine taktı. Kalemini bıraktığı an hissettiği ağrıyı biraz olsun dindirmek üzere arkasına yaslandı, kollarını iki yana açtı, hafifçe esnedi ve “Yorulmuşum…” diye mırıldandı.


Her gece sırası bile değişmeden yaptığı işler vardı Piraye’nin.  Çalışmasını bitirir, arkasına yaslanır, yaptıklarına şöyle bir göz atar; daha sonra döşemesi yıpranmış ve çökmüş 1800’lü yıllardan kalma İngiliz çalışma koltuğunu usulca iter ve üzeri deri kaplı masası ile koltuk arasından süzülerek çıkar, yeşil şapkalı okuma lambasını söndürür ve odasının kapısını kapatırdı.

*Resim: Woman with Crossed Arms- (mavi dönem eserlerinden) Pablo Picasso.

21 Ağustos 2011 Pazar

Hey sen! Beni buldum

Neden? Neden kayboldun birden; ben ayrılmazdık sanıyordum bir baktım ki yoksun. Hiç mi düşünmedin içimdeki üzüntüyü? O küçücük yerin bile ne kadar boş kaldığını bir bilsen, belki anlar gitmezdin. Ee, ya peki sen, istemeden gittiysen? Ben mi attım seni? Hayır, böyle bir şeyi kesinlikle istemem, bunu bilmen gerek; seni sevmiştim; mutlu değil miydik yoksa? Yüzüme gülüp ben kafamı çevirince ağladın mı? Çok mu gitmek istedin buralardan?

Ah! Çıldırmak üzereyim (ki çıldırmak buysa); beynimde sorular sanki kepçeyle karıştırmışçasına dönüyor, yok bu yeterli değil; afacan bir veledin merakla ve zevkle, hızlı cana düşüncelerimi karıştırması gibi. Ah sebzelerimin başı döndü, ağlıyor pirinçlerim! Hop, bir dakika, ne diyorum ben?

- Anonim


Herşey çok ani oldu. Sen yoksun, ve o var, başım dönüyor.

Bize ne oldu ?

Bir mart günü, her şeyi bir kenara bırakıp bir maceraya atıldım, seninle arkadaşlığım, gerçek olan tek arkadaşlığımı bıraktım aç gözlüyüm çünkü. Ben seni sevmedim, birlikte olma fikrimizi, arkadaşlığın bir ileri seviyesi fikrini sevdim. Ama aşk öyle işlemiyormuş meğer, ve çıt. Bir dügmeye basar kadar çabuk, düşüncesizce ve rahat bir sekilde bitirdim herşeyi.


Ya şimdi ?

Şimdi, aylar sonra ilk defa pişmanlık beni çarptı. Ama öyle böyle değil, sanki senin yokluğun olan içki yavaşca kanıma karışıyordu, sinsice. Farketmedim başta, ve o tüm dengeni anında bozan son yudum gibi çarpıldım bu gece bir anda. Dünya durdu sanki, yok yok, meğer dünya o mart gününden beri duruyormuş da ben kendi etrafımda hala döndüğünü sanıyormuşum.

Yaş Kırmızı

Nerdeyim, bilmiyorum. Hayır, aslında biliyorum, tanıdığım, hep gördüğüm sokaklar. Bu aşinalık, içimdeki milyonlarca düğümü çözmeye çalışıyor; bir şeye, büyük örtülü bir yere ulaşmak istiyor.

Aslında tek hissettiğim - tekrar yapmaya başladım; ama anlayamıyorum- beni kaplayan serinlik. Rüzgâr esmiyor; ama benim etrafımda dolanan, bana sarılan bir serinlik var; acıtıyor hafiften, sinek ısırıyormuş gibi bir his. “Ay!” demem mi lazım?

Üzerimdeki karganın kanat çırpışları kulağıma ulaşıyor; buruşturulup atılmış sayfalar açılıyor; o sürtünme sesleri “garç gurç” değil ama. “Tık, tok, tuk” düzensiz yürüyüşümün -evet yürüyormuşum meğer görmeyen gözlerim bulanık da olsa renkleri içine çekmeye başlayınca anladım- izleri sokakta yankılanıyor. Her şey devam ediyor belirsiz bir aşinalıkla; ama benim için sıcaklık bitti, çekiştiriliyorum; çünkü şaşkınım. Ruhum, sıcağın gittiğini, kaybolduğunu düşünüyor; oysa kaybolan bulunabilir, giden geri gelebilir; ama bu farklı. O yok oldu. Puf!

           Kuşlar toplanmış göç ediyorlar
          Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
                                  

Bir varmış
Bir yokmuş
Varlık bir kuşmuş
Konmuş
Yokluk bir kuşmuş
Uçmuş




Doğacan Yılmaz

Saklı Masal

Kayıp dünya,
Zamanını ağlar.
Sayıklar sesi…
Rengini kusar,
susar.



Öykü Aras
                                                                                                    


Ayşegül Altunay

Göksüzü

Yağmur yağıyor, sırılsıklam olmuş saçları. Bir elinde tuttuğu gitar ağır gelmeye başlamış. Önünden geçen arabalar bir türlü durmuyor, yavaşlamıyor. Yerdeki su birikintileri üzerine sıçramasın diye her seferinde bir geri adım atıyor kız.

Yan tarafından bir sigara dumanı, bütün yüzünü kaplıyor. O sırada, yeşil ışık yanıyor ve karşıya geçmek için yelteniyor.

Karşıdan otobüse binecek. Otobüs durağındaki insanlar, ona fazla geliyor.

Birbirini görmeyen, hatta bakmamak için çaba gösteren insan kalabalıkları, diye düşünüyor içinden. Ne var ki, o da hiçbirinin yüzüne bakmıyor. Yalnızca ayaklar. Çamurlu ve eski ayakkabılar görünüyor gözlerine.


                                                                                                


Ayşegül Altunay

Kurban Canavarlaşırken: Çoğunluk

Fazlasıyla bizdendi. Bazı sahnelerine baktığınızda “demek böyle işlemesi olağanmış” diyordunuz. Evet, hep böyle işler. Böylesine berbat, çürütücü, mahvedici, uyumlu hale getiren bir kurumdur aile. Bunun böyle olduğunu bilseniz, bizzat yaşamış olsanız bile size ailenin ne kadar kutsal olduğu aşılandığı ve buna bağlı olarak her zaman “kol kırılıp yen içinde kaldığı” için yine de sinema perdesinde gördüklerinize, gösterilenlere şaşırıyor- dunuz.

Seren Yüce’nin “Çoğunluk” adlı filmini izledikten sonra aklıma ilk gelenlerdi bunlar. Filmdeki sahnelerin pekçoğu, günlük hayattaki toplumsal bir gerçekliği ve bunun içerisinde birey olamamış/ olamayan kişiyi gözler önüne seriyor.

Mertkan ve ailesi ekseninde gelişen film, bir erkek çocuğun ailesi ve çevresiyle olan ilişkilerini, onlara nasıl yön verip veremediğini anlatır. Filmin sırrı izleyiciyi bir adım geriye çıkıp eleştirel bakmasını sağlaması ya da tersten söylersek filmin izleyicinin aynası olmasındadır. Film, hemen hemen her sahnesinde, ayrıntısında birtakım “değerleri” simgeler ve toplumca çektirilmiş bütün-büyük bir resme işaret eder. Peki nelerdir bu ayrıntılar, sahneler; neler anlatırlar, resim neyi/ neye işaret eder?












Güneş yeterince sevmemiş seni,
Ondan ruhunun üşümesi.


Ayşegül Altunay

“Now inside and outside are matching.”
                                                                                            


Alara Kusetoğlu


                                     Önce Kaos vardı derler ya.. Hala var. Hep var.


Cihan Sarıbaş
Cihan Sarıbaş
                                                        
Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
“Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz.”



Cemal Süreya
                                                                                            

 Bugün Edgar Allen Poe kokuyor her yer...  

 Alara Kusetoğlu                              

- Doğacan Yılmaz


Ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin
Allahlık doktorlarına emanet ettim
Ruh ve sinir hastalıklarımı
Bu bağlamda
Yazın göç evinden kaçmış bir gün
Kış zamanı daha da kuvvetlendiriyor
Seninle olma ihtimalimi

                                                                                                   
Doğacan Yılmaz

Türkçe'nin İronisi: Gözaltında Kaybolmak


Karanlık. Gözlerini açtı mı açamadı mı anlayamıyor, öyle bir karanlık. Ama hiç şikayeti yok karanlıktan, göreceklerinden korkuyor zira. Görmek istedikleri yok ortalıkta. Çalmışlar. Neredeler? Sorgulamıyor artık.
“Şıp şıp şıp..”
Duyduğu ses hoşuna gidiyor. Damlayan kanının sesi olduğunu biliyor içten içe, ama anlamazlıktan geliyor. Utanıyor biraz da. Kan sesinden mutlu olacak insan mıydı o? Demek ki “onlar” oldukça başarılı. Baksana ne hale getirdiler bizim kan görünce bayılan pasifist kızımızı.
Ama o, düşünmüyor bunları. Karşı çıkmayı, isyan etmeyi, öfke duymayı unutalı çok olmuş. Unutturmuşlar. Dudağından süzülen sıcak damlayı düşünüyor sadece. O’nu ısıtan tek şey bu.
Kan kokuyor. Artık hep kan kokuyor. Kan, sidik, bok ve küf olmuş o. Bir zamanlar hep yasemin kokardı sanki? Ve deniz, çimen, vanilya kokardı. Ama hatırlayamıyor. Zaten, hatırlamak acı verir. Şairin de dediği gibi; “Bu bahiste geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.”

Şaman



Karanlık. Bilinmeyenlik ve karmaşayla dolu dünyadaki tek değişmeyen şey. Ruhun derinliklerine uzanan siyah perde…

Şaman gözlerini tekrar kapadı ve kendini sakinleştirmeye çalıştı. Dışarıdaki gürültüler bütün kampı sarmışsa da onun için şu anda dünyada başka kimse yoktu. Çünkü şu anda yardıma ihtiyacı vardı. Çünkü şu anda tanrılarına dua ediyordu. Derin bir nefes aldı ve vücudu ile zihnini, başına geleceklere alıştırmaya çabaladı. Konsantrasyonunu kaybetmemek için büyük çaba sarf ediyordu. Aklındaki düşünceleri uzaklaştırmak için buna ihtiyacı vardı. Büyük bir sakinlikle nefes verdi.

Şaman bir kez daha nefes aldı ve son birkaç ayda başına gelenleri unutmaya çalıştı. Yağmurlu bir günde kamplarına gelen yabancıları ve beraberlerinde getirdikleri şu ‘Ahennag’ı, yani göklerin altındaki her şeyin tanrısını. Elementlere karşı olan tek bir tanrı. Kısa sürede, bütün kardeşlerinin süslü sözler ve boş vaatlerle din değiştirdiklerini ve her gün gözlerinin önünde olan elementleri biraz daha terk ettikleri gerçeğini unutmak istiyordu. ”Saçmalık bu.” demişti şaman, ”Varlığından bile emin olmadığınız bir ilaha tapmayın.” Fakat sözleri sağır kulaklara düşmüş, liderleri Tarha Kağan bile kısa sürede bu tanrıya tapınmaya başlamıştı.

Çember

Gestapo Informer Henri Cartier Bresson

Ve şimdi tırnaklarının çekilme sırası ondaydı.
Bir çuval şeker uğruna görmezden geldiği insanlık, peşini bırakmamıştı. Bir yahudinin çizgili kamp kıyafetinin kopan düğmesinde, bir rus askerinin kalpağında, bir eşcinselin yanan saçlarında, tecavüze uğrayan komünist bir kadının bedenindeydi insanlık. Peşini bırakmamıştı.
Ve şimdi tırnaklarının çekilme sırası ondaydı.
-Peki herkesin insanlığı nerdeydi?  




                         Alara Kusetoğlu, Aralık 2010