21 Kasım 2011 Pazartesi

Mavi Kusmuk

Saat kaçtı, bilmiyordu. Neden orada, onu da. İçmişti, çok içmişti. İçtiğini hatırlıyordu, kusmuğu hatırlatıyordu ona. Ama saati hatırlatan hiçbir şey bulamıyordu.
Hooop.
 Bir posta daha kustu mavi kadın. Buram buram maviydi, yaklaşabilenler alıyordu maviliğin hüzün/umut dolu kokusunu. Uzaktan bakanlar, kusmuğu görüyordu yalnızca.
‘Bir kadın neden bu kadar içer…’ dedi gri-bir başka kadın. Dedi evet, ama sormadı, düşünmedi. Sahi, bir kadın, neden bu kadar içer?
Hıçkırarak bağıra bağıra ağlıyordu bizim mavi. Kustuğu yalnızca içki değildi, kadınlığını/yalnızlığını/maviliğini de kusuyordu.

Sinek

Çok şüphe verici bir buluşmaydı: "niye bugün?" / "bu kadar bekledikten sonra?"
içeri girdiğimde,
tuğla. soğuk ev. boş. köşede bir karaltı...
Çantamı attım üstüne, çanta patladı
baktım, gözlerim patladı ciğerim patladı solumaktan, hücrelerim patladı, dinamitle yıkılan bir bina gibi sadece toz kaldım, tozum patladı,
yok oldum, yokluğum patladı,
-patladı patladı patladı-
dünyam patladı, karaltı patladı
kanlar
-saçıldı saçıldı saçıldı...

Biget Ulutaş

16 Kasım 2011 Çarşamba

Takip: Bir Öykü ve Oyun Olarak 'Sinekler Sevişirken'

Karasinekler Uyku Kaçırır mı?

Karasineklerden korkan, nefesinin sinekleri tahrik ettiğine inanan; sinekler soluk sesine gelmesin, onunla sevişmek istemesin diye nefesini sımsıkı tutan, yatalak bırakılmış bir küçük kız. Kelebeklerin dediğine göre; 'deli baba'sının sevişmek istediği, bu yüzden bacaklarını kopardığı küçük kız. Kelebeklerin fısıldadığı gerçeklerden kaçmaya çalışan. Ve, ne karasinekleri, ne de kelebekleri görmeyen/ görmeyi reddeden bir anne.

Baba/ağabey/dayı/amca... tarafından tecavüze uğrayan çocuk ile tüm bunları reddeden, üstünü örtmeye çabalayan anne, -maalesef ki- tanıdık ve bir o kadar da tabu olan bir konu.

Mine Söğüt'ün 'Deli Kadın Hikâyeleri' kitabında bulunan 'Sinekler Sevişirken' öyküsü, işte bu üstü örtülmüş gerçeği yüzümüze vuruyor.

Erkek şiddetinin; tacizin, tecavüzün, çocuk istismarının devlet eliyle korunduğu, ve hatta bu şiddetin 'kıdemli devlet adamları' tarafından uygulandığı, bunu dile getirenlerin 'deli' muamelesi gördüğü, afaroz edildiği bir zamanda, Mine Söğüt tam da ihtiyacımız olanı yapıyor kalemiyle: Didik didik ediyor, yaraları kaşıyor, konuşulmayanı, hiç yokmuş gibi davranılanı; ensesti anlatıyor. Tüm bunları yaparken, ne şiddetin diline bulaşıyor, ne de duygu sömürüsünün tuzağına düşüyor.

13 Kasım 2011 Pazar

Takip: Tarih Vakfı 20. yıl, Cumhuriyet Tarihinin Tartışmalı Konuları

 Doğru bilineni düzeltmek, tabuları yıkmak, özgür zihinlere/düşüncelere yer açmak teoride çoğu insanın istediği fakat pratikte uygula(ya)madıklarından. Gerek eğitim sistemince, gerek ana akım medya kuruluşlarınca temellendirilen tabuların güçlü argümanlarla yıkılması ve yeni düşüncelerin filizlenmesine imkân verilmesi, kuşkusuz özgürleşme/aydınlanma/farklı pencereler yaratma yolunda atılabilecek en büyük adım. Bu noktada dikkat edilmesi gereken, karşı koyulan/yıkılmaya çalışılan tabuların yerine yenilerini inşa etmemek, kısacası ‘eleştirel düşün-ebilmek’
 28-30 ekim arasında Bilgi Üniversitesi Santral kampüsünde, Tarih Vakfı tarafından düzenlenen ‘Cumhuriyet Tarihinin Tartışmalı Konuları’ isimli sempozyum, erken Cumhuriyet yıllarından günümüze tartışmalı olan, açılamayan, kırılamayan tüm konuları teker teker ele alıp, tüm dogmaları yıkabilen, kısıtlı zamanda da olsa en temel ve çarpıcı meselelerin akademisyenler/tarihçiler vs. tarafından tartışılması, tam olarak ‘eleştirel okuma/düşünme’ye örnekti.

bir â, bir E ve kaktüs



bir â, bir E.

X: Bu akşam çekiliyoooor, bu akşaaaam

â: hep de bu akşam çekilir, dedi ve güldü.

E: ..............................., dedi ve gülmedi. Duymamış, düşünmemiş veyahut da umursamamış olması pek mümkün.

Merdivenler, henüz yürümüyor.

â: şu renkli kaktüsler çok güzel değil mi?

E: .............- Dikkat etsene, adama çarpıyordun!

*
Turnike: Dıııt!

23 Ağustos 2011 Salı

Bir Varmış, Bir Yokmuşum



Geceyi bir tül gibi örten sis, boğazın üstüne iyiden iyiye çökmüştü. Çalışmaya başlayalı epeyce olmuştu ve harfler yavaş yavaş karışmaya, satırlar birbiri üzerinden atlamaya başlamıştı. Omuzlarına varan dağınık kesimli bakımsız saçlarını toplayan sarı lastik tokayı tek bir hamleyle çıkartıp bileğine taktı. Kalemini bıraktığı an hissettiği ağrıyı biraz olsun dindirmek üzere arkasına yaslandı, kollarını iki yana açtı, hafifçe esnedi ve “Yorulmuşum…” diye mırıldandı.


Her gece sırası bile değişmeden yaptığı işler vardı Piraye’nin.  Çalışmasını bitirir, arkasına yaslanır, yaptıklarına şöyle bir göz atar; daha sonra döşemesi yıpranmış ve çökmüş 1800’lü yıllardan kalma İngiliz çalışma koltuğunu usulca iter ve üzeri deri kaplı masası ile koltuk arasından süzülerek çıkar, yeşil şapkalı okuma lambasını söndürür ve odasının kapısını kapatırdı.

*Resim: Woman with Crossed Arms- (mavi dönem eserlerinden) Pablo Picasso.

21 Ağustos 2011 Pazar

Hey sen! Beni buldum

Neden? Neden kayboldun birden; ben ayrılmazdık sanıyordum bir baktım ki yoksun. Hiç mi düşünmedin içimdeki üzüntüyü? O küçücük yerin bile ne kadar boş kaldığını bir bilsen, belki anlar gitmezdin. Ee, ya peki sen, istemeden gittiysen? Ben mi attım seni? Hayır, böyle bir şeyi kesinlikle istemem, bunu bilmen gerek; seni sevmiştim; mutlu değil miydik yoksa? Yüzüme gülüp ben kafamı çevirince ağladın mı? Çok mu gitmek istedin buralardan?

Ah! Çıldırmak üzereyim (ki çıldırmak buysa); beynimde sorular sanki kepçeyle karıştırmışçasına dönüyor, yok bu yeterli değil; afacan bir veledin merakla ve zevkle, hızlı cana düşüncelerimi karıştırması gibi. Ah sebzelerimin başı döndü, ağlıyor pirinçlerim! Hop, bir dakika, ne diyorum ben?

- Anonim


Herşey çok ani oldu. Sen yoksun, ve o var, başım dönüyor.

Bize ne oldu ?

Bir mart günü, her şeyi bir kenara bırakıp bir maceraya atıldım, seninle arkadaşlığım, gerçek olan tek arkadaşlığımı bıraktım aç gözlüyüm çünkü. Ben seni sevmedim, birlikte olma fikrimizi, arkadaşlığın bir ileri seviyesi fikrini sevdim. Ama aşk öyle işlemiyormuş meğer, ve çıt. Bir dügmeye basar kadar çabuk, düşüncesizce ve rahat bir sekilde bitirdim herşeyi.


Ya şimdi ?

Şimdi, aylar sonra ilk defa pişmanlık beni çarptı. Ama öyle böyle değil, sanki senin yokluğun olan içki yavaşca kanıma karışıyordu, sinsice. Farketmedim başta, ve o tüm dengeni anında bozan son yudum gibi çarpıldım bu gece bir anda. Dünya durdu sanki, yok yok, meğer dünya o mart gününden beri duruyormuş da ben kendi etrafımda hala döndüğünü sanıyormuşum.

Yaş Kırmızı

Nerdeyim, bilmiyorum. Hayır, aslında biliyorum, tanıdığım, hep gördüğüm sokaklar. Bu aşinalık, içimdeki milyonlarca düğümü çözmeye çalışıyor; bir şeye, büyük örtülü bir yere ulaşmak istiyor.

Aslında tek hissettiğim - tekrar yapmaya başladım; ama anlayamıyorum- beni kaplayan serinlik. Rüzgâr esmiyor; ama benim etrafımda dolanan, bana sarılan bir serinlik var; acıtıyor hafiften, sinek ısırıyormuş gibi bir his. “Ay!” demem mi lazım?

Üzerimdeki karganın kanat çırpışları kulağıma ulaşıyor; buruşturulup atılmış sayfalar açılıyor; o sürtünme sesleri “garç gurç” değil ama. “Tık, tok, tuk” düzensiz yürüyüşümün -evet yürüyormuşum meğer görmeyen gözlerim bulanık da olsa renkleri içine çekmeye başlayınca anladım- izleri sokakta yankılanıyor. Her şey devam ediyor belirsiz bir aşinalıkla; ama benim için sıcaklık bitti, çekiştiriliyorum; çünkü şaşkınım. Ruhum, sıcağın gittiğini, kaybolduğunu düşünüyor; oysa kaybolan bulunabilir, giden geri gelebilir; ama bu farklı. O yok oldu. Puf!