21 Ağustos 2011 Pazar

Hey sen! Beni buldum

Neden? Neden kayboldun birden; ben ayrılmazdık sanıyordum bir baktım ki yoksun. Hiç mi düşünmedin içimdeki üzüntüyü? O küçücük yerin bile ne kadar boş kaldığını bir bilsen, belki anlar gitmezdin. Ee, ya peki sen, istemeden gittiysen? Ben mi attım seni? Hayır, böyle bir şeyi kesinlikle istemem, bunu bilmen gerek; seni sevmiştim; mutlu değil miydik yoksa? Yüzüme gülüp ben kafamı çevirince ağladın mı? Çok mu gitmek istedin buralardan?

Ah! Çıldırmak üzereyim (ki çıldırmak buysa); beynimde sorular sanki kepçeyle karıştırmışçasına dönüyor, yok bu yeterli değil; afacan bir veledin merakla ve zevkle, hızlı cana düşüncelerimi karıştırması gibi. Ah sebzelerimin başı döndü, ağlıyor pirinçlerim! Hop, bir dakika, ne diyorum ben?
Bak, başıma neler geldi; ne geldi gerçekten? Çok karıştım. Hey dur artık; son durakta inecek var! Ne son durağı, yoksa sen de mi orada indin? Neden son, e o sonsa bulamaz mıyım ben, derim “son durak lütfen”.Ya şoför son durağı bilmiyorsa? Hiç gitmediyse? Sahi son durağın dönüşü var mı? Tamam, “son” da son mu yani? Bir filmi sondan başa doğru da izleyebilirsin belki anlamazsın ya da o kadar iyi anlarsın ki “aman ne saçma film” dersin. Gerçi saçma ne ki?
Şu an neyi başlattığının farkında mısın? Ben farkındayım galiba. Yıllardır içimde birikmiş, gizli kalınması istenen o küçük kapılı kocaman ve bir o kadar dolu soru “odacığımın” kapısını açtın. Kilidi aldın kaçtın ve gittin. 25 derecelik sıcak evimden 0 derecedeki sokağa atılmış bir kedi gibiyim. Of ne acı! Soğuk değil de dokunan; sıcağın özlemi.
Alışkanlıklarım, alıştıklarım, alıştırıldıklarım-sız- neyim ki ben? Hı? Benim mi? Hangi benim? Ha, benim. Evet, ben dediğim şey aslında bir yansımaymış veya yansıyanın bozulmuşu; dolapta çürümeye atılmış tavuk gibi, rengi solmuş, suyu akmış, tadı bozulmuş, istenmeyen. Dur bir dakika desem, kime ne? Başladım bir kere. Hey, bu adil değil! Tamam, bu eski bozulmuştan kalan bir tepki oldu. Baksana hâlâ üstün olmaya çalışıyor. Ups, o da ne birileri geliyor!
Amanın, kocaman gözler, küçük küçük damlalar. Annem mi o, peki yanındaki koca göbekli, koca burunlu adam? Çok tanıdık. Hayır, bir yanlış var burada, yalnız onlar yok, bilmediğim; ama bana bakarak o mürekkep lekelerini göstererek beni çözdüklerini iddia eden birkaç raporlu var. Ah, pardon onlar diploma diyordu galiba. Bilemiyorum ki, ben ilk gördüğümde duvar kâğıdı sanmıştım. Sanki kapıdan başlayıp tavana kadar uzanan ölü ağaç yapraklarıyla dolu bir duvar. Korktum mu o an? Hayır, çok tuhaf bak yeni benliğimin getirilerinden; korkmuyorum. Daha doğrusu korkamıyorum. Çünkü o kadar çok soru soruyorum ki cevap veren yok, duygularımı bana vermiyorlar nasıl alabilirim? Sorguluyorum; evet farkındayım bunun; ama söyler misin bana onlar neden aynısını yapmıyor?
Efendim; yapamıyorlar mı? Hayır, bak buna inanmam işte; hiç gerçekçi değil. Hi hi ayağımın altına tüy değdi sanki böyle söyleyince, iç gıdıklayıcı bir sözcük.
Herkesin kapıları var değil mi, bunu anlamak zor ve yıkıcıydı. Ama şu an 15 günlük deprem enkazından elinde serumla kurtulmuş 65 yaşında hayata yeniden gelen bir kadın gibiyim. Evet, yine kadınım, biliyorsun benlik meselesi. Keşfetmeye başladın mı gerisi geliyor da, öyle bir alışmışım ki annemin yeme dediği dondurmayı bir o kadar isteyip almamaya.
Biri bana “unut anneni, istiyorsan dondurmayı git al” dedi. İlk önce çekindim çok kararsız kaldım, yıllarımı döktüm. Sonra o his içinde seni iskeleden itmek isteyen şakacı bir çocuk var, ha işte o dürttü beni. Tamam, be dedim tam gideceğim biri geldi “istiyormuşsun yani? Dikkat et ağır ve soğuk gelir dedi. Heh, diye gülesim geldi ben de biliyorum soğuk olduğunu da neden ağır anlayamamıştım, aslında ağırlığını düşünmekten korktum; o şakacı çocuk boyuna dürtüyordu beni; ama hayır, annemin kızgın, çatık kaşları geldi bir an aklıma; dondurmaya bir kala durdum. Yıllar döktüm; ama öyle hızlıca ve duvar seyreder gibi değil; düşündüm elimde olmayanla elimde olduğunu varsaydıklarımı karşılaştırdım. Hiç kolay değildi o çatık kaşlar nasıl da beynime kazınmış. Bir rüzgâr esti, neredeyse vazgeçiyordum itilmekten.
Ama sonra sen kayboldun. Gittin, ben bir başıma kaldım. Ve bir baktım bizim şakacı iskelede ilerliyor “dur gitme orası derin, gitme boğulursun” diyorum; dinlemiyor. A a o da ne ben de yampiri yampiri ilerliyorum. Beynim ayaklarıma hükmedemiyor adeta. E tabii, beynim meşgul o sırada; yıllar sonra ilk defa alışamadı “çocukcağız”.İşte bunlar oluyor, başlıyor, gerçekleşiyor hatta. Sonrası, son durak mı? İkinci defa soruyorum; hayır, daha fazla bilemiyorum kaçıncı defa; aralarda sormuşluğum var da arkadaki çıkmak isteyen soruların arasında ezildikleri için tam olarak sayamadım. Daha doğrusu saymıyorum, bıktım kümelerden, kurallardan, hatta isimlendirmekten. Bir tahta var; çürümüş, azıcık sallanıyor. Ne tuhaf, içimde, öyle, yani telimsi bir şey; anlatması güç. İlk deneyimim çok çekişmeli geçiriyorum yani. Sanki sıcak suda kaynadıkça yumuşayan ve tencereden çıkmayı bekleyen o makarnacık gibi bir şey.
Şakacı sonunda dönüyor ve soruyor; geliyor musun diye? Geliyor muyum? Dondurma, deniz, annem, ben, sen her şey birleşiyor ve kapı yıkılıyor. Olamaz böyle sancı böyle mutluluk. Makarna şimdi tencereden fırladı dondurmayı tuttum yemek için sabırsızlanıyorum, denizi “gördüm, girmek istiyorum ne olursa olsun”, seni kaybettim aramak istiyorum nerede olduğunu bulamamak olsa da.

İlayda Akarca

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder